19 Haziran 2014 Perşembe

Zamanlar arası köprüler kuran BUDA...

Bir nehirle ayrılmış şehirlerde, derin, nostaljik, biraz da melankolik bir hava solurum ben.

"Bizi Ayıran Nehir." diye bir film vardı hatırlıyor musunuz? Ne hazin bir filmdi o...
Bir nehrin bir şehri, ya da insanları ya da... iki kardeşi ayırabilmesi mümkün müydü acaba?
Bu filmle düşmüştü aklıma... Bu mümkündü.
Ve "ayrılmak" ne olursa olsun insanın içini acıtan birşeydi...

Yıllar sonra bir gün, Fransa'nın Avignon şehrindeki Palais des Papes, (Papazlar Sarayı) 'nı gezerken, duvarda yazılı, Isaac Newton'un o müthiş sözüne denk geldim:

"People build lots of wall. But not enough bridge."

Köprüler... Yapıcı, birleştirici, kavuşturucu, uzlaştırıcı, o hayatın anlamını çözmüş köprüler...
Bir nehir veya denizle ikiye bölünen şehirlerin süsüdür, püsüdür, temel direğidir köprüler.
Seine Nehri, Thames, Vltava, Arno Nehri...
Her köprünün ayrı bir kişiliği, üzerinden geçerken size fisildadigi ayrı birşey vardır.
Köprüler sihirlidir. Köprüler mucizevidir.
Bir yerden başka bir yere hayat götürelim diye her gün su üzerinde yürütürler bizi. Köprüler çok özeldir...

Ve Budapeşte'nin köprüleri de öyle, hepsi ayrı güzel.
Hepsinin apayrı hikayesi var. İçlerinde bir tanesi var ki; en eskisi, en bilineni, üzerinden en fazla geçilip en fazla fotoğraf karesinde yer alanı... Hiç şüphesiz Zincirli Köprü.

Széchenyi Lanchid ( Zincirli Köprü)

Budapeşte, sembölü haline gelen bu köprüyü Kont Istvan Szechenyi'ye borçlu.
1820 senesi aralık ayında Peşte'ye getirilen ve Buda'ya geçmesi gereken bir cenazenin, donmuş Tuna Nehri sularında kesinlikle karşı tarafa geçirilememesiyle bir köprü fikri ortaya çıkmış.
1839-1849 senelerinde İngiliz mimar ve mühendislere teslim edilmiş bu proje.
1945 senesinde Budapeşte'nin tüm köprüleri Alman Birlikleri tarafından dinamitle patlatılmış.
Zincirli Köprü orijinaline sadık kalarak tam yüzyıl 20 Kasım 1949'da tekrar açılmış.


























Bir de köprünün heykeltraşına dair de çok bilindik bir rivayet var.
Janos Marschalko köprünün her iki tarafına da koyduğu aslan heykellerinin o kadar muazzam ve kusursuz olduğunu düşünür ki; bir gün küçük bir çocuğun "Bu aslanların dilleri yok." demesi üzerine kendisini aşağılanmış hisseder ve bedenini Tuna'nın sularına bırakarak intihar eder.




























Bugün Buda'yı gezeceğiz, kilometrelerce yol gideceğiz...
Biz, mümkünse hiç ulaşım aracı kullanmıyoruz. Şehri yürüyerek, her bir karesinin keyfini sürerek ve bazen kaybolarak, hiç hesapta olmayan yerler keşfederek gezmesini seviyoruz.

Zincirli Köprü üzerinden Buda'ya doğru yürüyoruz. Yayalar için sağlı sollu apayrı yürüme şeridi yapılmış.

Tuna Nehri'ne paralel, Buda'nın barok tarzı evleri ve mimarisiyle tanınan FÖ Sokağı'nda yürümeye başlıyoruz. Burada 1565'te bir Türk Paşası tarafından yaptırılmış Budapeşte'nin en eski hamamlarından Kiraly Banyoları'nı görüyoruz. Corvin Ter'e kadar geldikten sonra başlıyoruz tırmanmaya...





























Gözünüzü korkutmak gibi olmasın ama bayaaa bir yokuş çıkılıyor. Ben bu yolları her gün çıkıyorum da, sevgilimin bazı yerlerde zorlandığını söyleyebilirim.
İyi bir kahvaltı ve iyi bir çift spor ayakkabıyla çıkın yola; ya da kenardaki teleferiğe binebilirsiniz.

 




























Ya da şöyle bir segway tur yapabilirsiniz...
Biz segwayle bir Miami'de South Beach'te, bir de San Francisco'da gezdik. San Francisco'nun yokuşlarıyla ünlü bir şehir olduğunu söylemeye gerek yok. Orada, yokuşlu bir şehirde segweye binmek resmen bir intihar diye düşünmüştüm. Karar sizin...





























Mathias Kilisesi'ne ve Balıkçılar Burcu'na çıkıyoruz. İkisi yanyana, aynı meydanda.




Adını Kral Mathias'tan alan bu kiliseye dair söylenecek çok şey var.
Bana kalırsa kilisenin en büyük özelliği, Budapeşte'de bir buçuk asır hükümdarlık süren Osmanlı İmparatorluğu zamanında Mathias Kilise'sinin içinin yıkılması, kiliseye dair ne varsa yok edilmesi, duvarlardaki işlemelerin sökülüp yerine halılar döşenmesi ve buranın bir camiye çevrilmesidir. 1541'de burası şehrin ana camisi olarak anılır.

1686'da Türkler'in bölgeden çıkartılmasıyla beraber restorasyon çalışmalarına başlanmış, buna rağmen orijinaline sadık kalınamadığı için tarzı tamamen değişmiş ve gotik tarza dönüşmüştür.






























Mathias Kilisesi'nden çıkıp Balıkçılar Burcu'na doğru ilerliyoruz. (Halaszbastya)

Burası şehrin muüdafaası amacıyla oluşturulmuş harika bir sur. Bir kale. 
Masallardaki ortaçağ şatolarını andırıyor.

Adı da, ortaçağda burada balıkçılık yapan, esas görevi olmadığı halde şehrin savunmasına bizzat katılan balıkçılardan geliyor. 7 Macar kabilesine ithafen de 7 kule buluyormuş.


Balıkçılar burcunun bu kadar rağbet görmesinin en önemli nedenlerinden birisi de; hiç şüpsehiz, dillere destan Tuna Nehri'ne ve tam karşıdaki Peşte'ye tepeden muazzam bir açıyla bakmamızı sağlaması.


Bir de meydanda, Macaristan'ın birinci kralı 1. Saint Etien'in at üstünde, tacı ve peleriniyle bronzdan yapılmış şahane bir heykeli bulunmakta.


Balıkçılar Burcu'ndan sonra istikamet Gül Baba Türbesi. Buda'nın taaa öteki ucunda. Aslında hiçbirşey yok diyorlar. Boşuna o kadar yolu tepmeyin diyorlar. Bir rampa yokuş varmış ki; aman aman hiç gerek yok diyorlar. Yok. Kim ne derse desin gidilecek. Bakımı Türkiye'ye ait, Türkler tarafından mutlaka ziyaret edilen bir yermiş. Hani belki Fransız arkadaşlarıma önermem ama biz gideceğiz. 
Üzgünüm sevgilim. Eş durumundan sen de tepeceksin o yolu.

"Yiğidi öldür hakkını ver." böyle birşey olmalı.

Gül Baba'ya doğru çok ağaçlıklı bir yoldan yürürken yolumuzun üzerinde bir meydana denk geliyoruz. Ve bu meydan Budapeşte'deki Türk egemenliğine son verilmesine ve Türkler'in nihayet bu coğrafyadan çıkartılmasına atfedilmiş.
 Türkler'in son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Paşa için bir anıt dikilmiş buraya. Her ne kadar Türk valisi de olsa, şehri meşhur Habsbourg Hanedanı askerlerine karşı kahramanca savunmuş.

Adamlar ne demiş: "Düşmanımızdı ama kahramandı, yiğitti." demiş. Valla bravo...


Ne diyorduk, evet Gül Baba Türbesi'ne doğru yola çıktık.

Yolda kaybolup Buda'nın çeşitli mahallelerine girip çıktığımız için Peşte'nin ticaretin, evrenselleşmenin ve zenginliğin beşiği olduğunu çok net gördük.

Çok acılar çekmiş bir şehir Budapeşte.. Ve her dönem farklı yerlerden gelmiş eziyet.
Peşte yaralarını sarmış sanki. Adapte olmuş. Uyum sağlamış. Geçmişe bir parça olsun gem vurup geleceğe bağlanmış. Umut vaadetmiş..

Buda'nın ise tarihin izlerini ve acılarını hala bir parça taşıdığını söylemek mümkün.

Szell Kalman Ter,  Sovyet rejiminin hakim olduğu senelerin ruhunu hala taşıyor.





Buranın hemen yakınında bir kapalı pazar var, uğramanızı tavsiye ederim.

Gül Baba'ya dair çok fazla birşey öğrenme kaygısı içine açıkçası girmedim. Çok önemli bir figür olduğunu düşünmüyorum. Buda'da 10 sene yaşamış. Bektaşi Cemiyetine mensup bir dervişmiş. 
Ona ithafen yapılan bu türbe, tüm dünya müslümanlarının buluşma noktası olması açısından değerliymiş. 

Yalnız söylenenler doğruymuş. Hiçbirşey yok. Biz gittiğimizde kimsecikler de yoktu. Bomboştu.
Türk olmadan çekilecek karın ağrısı değil yani buraya çıkmak.

Olay budur yani. Hemen şekil A'da göstereyim:



 Sadece bunu görmek için çıkmak zorunda kalacağınız yokuşun bir bölümü de budur:



Bugün sahiden epey bir yürüdük, tırmandık.

Şimdi, Gül Baba Türbesi'nin çok yakınında bulunan, Sokullu Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış Rudas Hamamı'na mı atalım kendimizi, yoksa meşhur GERBAUD pastanesine gidip kahve-pasta keyfi mi yapalım, karar veremiyoruz.

Biz biraz düşünelim...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder